64 Karede Bir Hayat Yada İntihar


 64 Karede Bir Hayat Yada İntihar 

 STEFAN ZWEİG - SATRANÇ

Yakın zamanda yayınlanan ve çok popüler olan ''The Queen's Gambit'' dizisiyle tekrardan insanların daha çok ilgisini çeken satrancın edebiyat dünyasındaki karşılığı olan Stefan Zweig'in Satranç eseri üzerine konuşmak ve eserin diziyle, satranç dünyasındaki büyük ustalarla ilgili benzerlikleri yada farklılıkları anlatmak, o 64 karenin içerisinde insanın kendisini bulması yada büsbütün kaybetmesini izlemek gerçekten satrancın tanımına yakışır şekilde krallara özgü bir durum. Satranç tahtası ve edebiyat sayfaları arasındaki hamleleri e4* sürerek takip etmeye ve şahı mat etmeye çalışalım.


Öncelikle dünya klasikleri arasında olan ''Satranç'' kitabının yazarı Stefan Zweig'in hayatından ve edebi kişiliğinden bahsederek başlamak gerekiyor. Kendi hayatında yaptığı hamleler zaten yazının ana hatlarının oluşturacak. Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olan Stefan Zweig 28 Kasın 1881'de Viyana'da dünyaya eldi. Viyana'da başlayan bu hayat hikayesinin 23 Şubat Şubat 1942'de Brezilya'da eşiyle birlikte bir intiharla son bulmasını sanırım şu sözler gerçekten iyi anlatacaktır: ''Hayat bizim kurduğumuz, tasarladığımız bir oyun değildir; orada sahne alan kim olursa olsun ona ne kadar yakın olursak olalım her şey bizim istediğimiz gibi gelişmeyebilir.'' Şüphesiz ki kendisinin de dediği gibi hayatı kendi istediği şekilde gelişmedi. 1933 yılana kadar ülkesinde Almanca'da çok önemli eserler yazan Zweig, o dönemde en çok okunan yazarlar arasında olmuştur. Ancak 1933'de Nazi Almanya'sının artık yavaştan Avusturya'yı işgal süreci başladığından ve eserleri Nazilerce yakıldığından dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalır. Önce İngiltere'ye oradan Portekiz'e oradan da Amerika, Arjantin ve en sonunda ''Satranç'' eserinin de yazacağı Brezilya'ya gelir. Bu ülkesinden uzakta, sürgünler şeklinde geçen hayatının eşini ve kendisini çok yorduğu bellidir. Nazi Almanya'sından dolayı Avrupa'nın düştüğü duruma çok üzüldüğü ve hayatının son yıllarında oldukça karamsar ve evhamlı olduğu söylenir. 23 Şubat 1942 gecesinde saat 12 buçuk sularında artık kendisinde yaşamaya dair bir umut yada istek kalmadığından eşiyle birlikte intihar eder. Stefan Zweig geriye bıraktığı onca güzel eser ve özellikle eserlerindeki psikolojik tahlillerin - bu durumda Freud'un kendisini etkilediği bilinir - gerçekten çok etkileyici olmasıyla birlikte belki de en sarsıcı eserleri kadar etkileyici bir intihar mektubu da eklemiştir eserlerinin yanına.




''... Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızılllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.''
Stefan Zweig'in intihar mektubunun son satırları. 22.11.1942



              

               Satranç eseri kim olduğunu bilmediğimiz ve eserin devamında da isminin söylenmediği anlatıcının Buenos Aires'e giden bir gemiye binmek üzereyken gazetecilerle birilikte büyük bir kalabalığın gemiye doğru yaklaşmasını görmesiyle başlar. Kalabalığın nedeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentoviç'tir. Yazar hemen Czentoviç'in hikayesini anlatmaya başlar. Küçük bir Macar köyünde yaşayan ve 14 yaşında olmasına rağmen toplama çıkarma dahi yapamayan Mirko'nun bir dünya satranç şampiyonu olma hikayesi anlatılır. Zeka geriliği olduğu düşünülen bu çocuk bir akşam üzerinde köyün jandarması ile rahibinin oynadığı satranç oyununu izlerken, rahibin bir işi çıkması üzerine rahibin yerine geçmesiyle muhteşem satranç yolculuğu başlar. 17 yaşında Macaristan, 20 yaşında da dünya şampiyonu olur. Satranç oynamaktan başka hiçbir şeye becerisi olmayan Czentoviç cahil ama kendini beğenmiş bir kişidir. Konuşmaktan oldukça çekinir. Kendisiyle cahilliği üzerinden dalga geçileceğini düşündüğünden. Satrancı tamamen bir para kazanma yolu olarak gören Czentoviç katılıp para kazanabileceği hangi turnuva varsa peşindedir.

   

Eserin başındaki anlatıcı Czentoviç'in hikayesini arkadaşından duyduktan sonra onunla tanışmak ister. Gemi yola çıktıktan sonra orada birkaç adamla satranç oynayıp Czentoviç'in dikkatini çekmeye çalışır ancak pek başarılı olamaz. McConer adında zengin ve kaybetmeye tahammülü olmayan ısrarcı bir adamla tanışır ve Czentoviç'in de gemide olduğunu ona söyler. Bunun üzerine para kaşılığında Czentoviç'i satranç oynamaya ikna eden kişi McConer olur. Czentoviç'in karşısına McConer, anlatıcı ve gemide satrançla ilgili birkaç kişi daha geçer. İlk oyunu basit bir şekilde kazanır Czentoviç. Her oyun için para alacağından iyice heveslenir ve yol boyunca güzel para kazanabileceğini düşünür. Bir sonraki oyuna geçerler. Oyunun sonlarına doğru kritik bir yerde gizemli bir kişi oyunlarına dahil olur ve oyunun berabere bitmesini sağlar. Czentoviç'in de ilgisinin çeken bu adam eserde Dr. B olarak karşımıza çıkar. Bir gün sonra ikisinin oynayacağı bir maç için anlaştıktan sonra Dr. B'yi anlatıya hayat hikayesini anlatmasıyla tanıyoruz. Belkide eserin en güzel ve bu kadar kıymetli olmasının nedi Dr. B'nin hayatının anlatıldığı bu bölümdür. Derin psikolojik analizler, kişinin zihniyle çatışmaları öyle güzel anlatılıyor ki kendinizi o ikilemlerin arasında siz de buluyorsunuz. Kısaca Dr. B'nin hayatını özetlemek gerekirse; Dr. B Avusturya'lı bir avukattır ve hükümetle ve kiliseyle ilgili gizli işleri yürüten bir aile bürosunda çalışmaktadır. Nazi Almanya'sının Avusturya'yı işgal etmesiyle birlikte tutuklanır ve bir otel odasına kilitlenir ve dış dünya ile bütün bağı kesilir. Odada yalnızca bir masa, sandalye, parmaklı pencere vardır. Ara sıra sorguya çekilir ve o hiçbir şeyin olmadığı odaya geri getirilir. Odayı Dr. B ''hiçlik'' olarak tanımlar. 



Bu 4 ay yaşanılan hiçlikten dolayı akıl sağlığı iyice kötüleşmeye başlayan Dr. B bir gün sorgu odasında beklerken belki de hem kurtarıcısını hem de bir daha beyninden atamayacağı o hastalığı bulur: 150 büyük satranç ustasının maçların olduğu bir kitap. Gizlice bu kitabı alır. Artık o hiçlikte yapayalnız değildir. Kitapta yer alan bütün oyunları ezberler. Bütün gün tek yaptığı bu oyunları tekrarlamaktır. Tekrarlar arttıkça artık oyunları zihninde canlandırmaya başlar. Bu oyunları belki de yüzlerce kez tekrarladıktan sonra artık zihninde kendiyle satranç oynamaya başlar. Beyninin bir tarafı siyah bir tarafı beyazdır. Böyle geçen altı ayın ardından bir sinir krizi geçiren Dr. B hastaneye kaldırılır. Artık işlerine yaramayacağını düşündüklerinden askerle onu ülkede kalmaması şartıyla salıverirler. O da bu Buenos Aires'e giden gemiye biner. Gemide, hem belki hayatını kurtaran hem de ona atlatamayacağı bir sinir hastalığı kazandıran satrançla tekrardan karşılaşır.
Czentoviç ile aralarındaki ilk oyun başlar ve Dr. B kazanır. İkinci oyuna geçerler. Czentoviç'in hamleler arasında uzun uzun beklemesi Dr. B'yi sinirlendirmeye ve o bir otel odasında kendi zihniyle kavga ettiği günleri yaşamasına neden olur. Kendini kaybetmeye başlayan Dr. B'yi anlatıcı durdurur ve artık devam etmemesi gerektiğini söyler. Dr. B de o anda kendisini tekrardan o günlere döndüğünü görünce yenildiğini kabul eder ve satranç oynadıkları gemideki odayı terk eder.


           Walter Tevis'in kitabından uyarlanan ''The Quuen's Gambit'' dizisindeki baş karakter Elizabeth Harmon da aynı Zweig'in satranç kitabında olduğu gibi hem hayatta kalmak hem de bir şeyler başarabilmek için satranca tutunur. Dizide annesinin intiharı üzerine bir yetimhaneye bırakılan Elizabeth aynı Dr. B gibi yetimhanede başlarda satranç oynamasına izin verilmediği için geceleri yatmadan önce zihninde satranç oynamaya başlar. Her ne kadar başarılı bir satranç oyuncusu olsa da çocukken yaşadığı travmalardan dolayı zor geçen hayatında tek tutunduğu dal, tek umudu ve hayali satrançtır. 




              Bu oyun hem bir çok dahiliğe hemde birçok deliliğe yol açtığını söylemek gerekir. Belki de ayrıca bir yazı konusu olsa da satranç ve delilik demişken Bobby Fisher'dan bahsetmeden olmaz. 1972 ve 1975 yılları arasında dünya satranç şampiyonu olan ve birçoklarına göre gelmiş geçmiş en büyük satranç dahisi olarak kabul gören Fisher, Soğuk Savaş yılları zamanında satrançtaki Rusya hegemonyasına son vermesinin ardından kendisini sürekli Rus ajanları tarafından takip edildiğini düşünmesiyle de birlikte bir anda ortalardan kaybolur. 12 yıl boyunca bir kaçak hayatı yaşayan Fisher, uzun yıllar boyunca anti-amerikancı açıklamalarıyla gündeme geldi. 11 Eylül saldırısını bir kutlama haberi gibi karşılamasıyla da birlikte amerikan vatandaşlığından çıkarıldı. Hayatının son yıllarını bir İzlanda vatandaşı olarak geçirdi. İlgilenenler için Fisher'ın hayatını anlatan ''Pawn Sacrifice'' filmini ve ''Bobby Fisher Against The World''  belgeselini öneririm. 


Başlangıcı ve sonu bilinmeyen bu oyundan neler anlayabilir yada neler çıkartabiliriz? İnsan her duvara tosladığında yada sıkı sıkı bir şeye bağlanıp onu kaybettiğinde yeni bir şeye tutunmak ve bağlanmak zorundadır. Tercihini bir insana bağlanmak olarak yaptığı zaman daha büyük hayal kırıklığına uğramak daha da büyük bir travma yada daha da büyük bir acıyla karşılaşmak olarak ödeyebiliyor bu tercihini. Bu yüzden zora düştüğü zaman insandan ziyade, bir dala tutunmuş iken eğer o dal kırılırsa, tutunulacak başka bir dalı bir spordan, bir oyundan, edebiyattan yada müzikten yana tercih yapmak daha risksiz olacaktır. Çünkü insan sizi yarı yolda bıraksa da diğer söylenen şeylerin sizi yarı yolda bırakması daha düşük ihtimaldir. Hedefsiz yada hayalsiz yaşanmayacağından insanda kuşkusuz en büyük ihtiyaç bir şeye bağlanmaktır. Söylendiği gibi eğer doğru tercihler yapılırsa sıkı sıkıya hayata da bağlanıp mutlu yada en azından daha az acılı hayatlar yaşanılabilinir ancak tercih yanlış olursa hayatla olan bağımız da gevşeyip kopma noktasına gelebilir. Bunun sonucunda da belki de Stefan Zweig'in ve eşinin yaptığı gibi bir intihara insanı sürükleyebilir. Yazmaktan ve yaşamaktan vazgeçmek bağlandığımız, tutunduğumuz her şeyden de vazgeçmek değil midir zaten?

İnsanı hayatta tutan hayaller ve hedeflerdir. Bunların gerçekleşmesi yada gerçekleşme ihtimalinin tamamen ortadan kalkması insanı da hayatta tutan yada hayattan koparan nedenledir. Her iki durumda da benzer son gerçekleşmekte. Eğer ki bu hayallere ve hedeflere olan inancımız tamamen ortadan kalkarsa mesleğimle de ilgili olarak maalesef intihar eden öğretmenleri örnek olarak vermek zorundayım. Elbette ki bu insanları intihara götüren tek neden atanamamak olmamakla beraber en önemli nedenlerden biri de olduğunu kabul etmek gerekir. Yıllarca bu iş için, bunu başarmak için uğraştıktan sonra artık umudu kalmadığından yaşamak için de bir neden kalmadığını kabul edip bu dünyadan vazgeçiyor insanlar. Tam tersinden baktığımız zaman ise, intihar yaşı olarak adlandırdığım 27 yaşına denk gelen bir sürü ünlü ve başarılı insanın İntiharını görebiliriz. Kurt Cobain, Jimi Hendrix, Janis Joplin, Amy Winehouse...Bu insanların derdi neydi peki diye düşündüğümüz de ise yıllarca hayal edilen istenilen şeylerin çok erken bir şekilde elde edilmesi olarak görebiliriz. 27 yaşındasınız ve o zaman kadar yapılmış belki de en güzel şarkıyı bestelediniz yada en güzel şiiri yazdınız. Hayatta sizin için olabilecek her şeyi o yaşta elde ettikten sonra yani mesele sanatsal anlamada zirvedesiniz, içilecek en güzel içkileri içtiniz, yenilecek en güzel yemekleri yediniz, dünyada görülecek en güzel yerleri gördünüz, en güzel kadınlarla yada en yakışıklı erkeklerle birlikte oldunuz, hayatta yapmam gerekiyor dediğiniz ne varsa hepsini 27 yaşınızda yaptığınızı düşünün, geri ne kalır? Ölüm...Dünyadaki her şeyi yaptığını, başardığını düşündükten sonra geri yalnız ölümün bilinmezliği kalıyor. Bütün zevkleri yaşamış bir insanın en son merakı yada arzusu intihara dolayısıyla da ölüme oluyor. En son başardıkları şey ölüm mü yoksa aslında gerçekten hayatı başaramadıkları için mi intiharı tercih ediyor insanlar? Belki de birçok sorunun tek bir cevabı olmadığı ve bu cevaplar ve sorular iç içe olduğu gibi bu da öyle bir durumdur. Yaşamak ve intihar etmek iç içe, birbirine bağlı ve birbirinden en uzak şey olarak kabul edebiliriz. 64 karede bir hayat yada bir intiharı yaşamak gibi.

- Semih Aydın -


YAŞADIK SAYDIK VE GERÇEKTEN ÖLDÜK

Küçücük adımlarla geldim buraya
Hayatım boyunca bu adımlarla yürüdüm
Ve şimdi bir rüyanın sonunda
Başaramadan yaşamayı gidiyorum
Oysa ufacık bir fidanken
Siyah bir gökyüzü hayal ederdim
Dallarıma ve çiçeklerime benzeyen
Dünyanın diğer yarısından farklı
Ama aynı bahçede büyüyen
Yağmurun eşit yağdığını bilsem de
Rüzgar hep benim dallarıma vurdu
En siyah yerimden hep kırıldı
Aynı tohumdan
O elma ağacından gelmiş olsak da
Dünyaya yayılan günah hep benden bilindi
Geçmişe baktıkça
Benden daha çok yaşamış olanlara
Ağızdan çıkan şarkıları susturdular
Ama o eski zihinlerde yaşayan
Eşitliğin herkes için geçerli olmadığı fikri
Şüphesiz bir zehir gibi
Sessizce ve derinden aktarılıyor
Kendilerinin kirli ve beyaz yetiştirdiklerine
Hangi yıldızın altında olursak olalım
Hangi güvercin konarsa konsun dalımıza
Ben ve bana benzeyen ya da benzemeyen
Sadece nefes alıp vermek
Birkaç güzellik yaşayıp
Birkaç hatıra bırakmak için geldiğimiz
Bu eşitsizlik bahçesinde
Özgürce çiçek açmamıza izin vermediler
Tek bir söz bile söyleyemedik
Yaşadık saydık ve gerçekten öldük

- Semih Aydın - 22:45
11.07.2020


*e4: Satrançta beyazların en sık oynadığı başlangıç hamlesi.





Yorum Gönder

0 Yorumlar